Beddua…

Ah ulan İstanbul

sen her geçen gün artarken,

ben daha çok itiliyorum yalnızlığa.

Ne desem bilmiyorum ki sana;

köprüler dizilsin boğazına…

_MG_1492_1K

Türkiye Gezi Parkıyla Uyanıyor….Günaydın Türkiye

Bundan yüz küsur yıl önce birileri İstanbul’un göbeği Taksime,  Çınar ağacı tohumları ekti. Bu kökü dışarıda nifak tohumları kök salarak koca koca çınarlar oldular.  Bu ne idüğü belirsiz Çınarların ülkeye zarar verdiğini en sonunda Cumhuriyetin 61. hükümeti fark etti ve kesmeye karar verdi. Allah zeval vermesin. Ancak halk hükümetin bu özel çabasını anlamadı. ve kökü dışarda çınarlara destek vermek için eyleme başladıGörselAma kahraman polisimiz eylemcilere göz açtırmamak için kahramanca mücadele ediyor. O sıcakta kaskla, çelik yelekle, gaz fişekleri dolu cephaneliklerle , kalkan ve tüfeklerle ıstıraplar !!! içinde can sipherhane mücadelesine devam ediyor. 

Görsel

Taksimde başlayan bu halk hareketi maalesef ülkenin her yanına yayılıyor. Oysa bilmiyorlar ki o çınarlar bu ülkeye yıllardır nasıl zarar veriyor. Kos koca başbakan yıkın diyor, susun ve itaat edin. Ama neredeeee.  Efendim polis orantısız güç kullanıyormuş. Ne yapsın polis meydanı halka bırakıp, ağaçların orada kalmasına göz mü yumsunlar.  Tabi ki topuyla, tüfeğiyle, gaz bombalarıyla, içi gazlı tazyikli sularıyla saldıracaklar.

Ben bu satırları yazarken bile kendimi zor tuttum ki siz okurken sanırım sanırım benden daha beter olmuşsunuzdur.  Bütün bir gün Gezi Parkı ve Taksim de fotoğraf çekip olayları gözlemledim ve bire bir yaşadım.  Gezi Parkı bence sadece herhangi bir neden. Astığım astık, kestiğim kestik diyen bir diktatöre top yekün bir isyan. Evet, bu faşizme karşı bir halk hareketi.  Evet, çok kötü şeyler yaşanıyor belki ama bardağın dolu yanını da görmek gerekiyor. Halk artık bu faşist sürece dur diyor, artık seyirci kalmayacağız diyor. Bu özgürlüğün ve demokrasinin halk tarafından sahiplenilmesinden başka bir şey değildir. Gezi Parkı bu tepkinin kıvılcımı olmuştur. Ve Taksimden başlayan bu kıvılcım tüm ülkeye yayılmaya başladı bile. İzmir ayaklandı, Ankara, Eskişehir, Bolu, Düzce ve diğerlerinden sesler yükseliyor. 

Görsel

Birkaç ay önce Ferhan Şensoy’un bir sözünü okumuştum.  “Dışarda sağanak halinde faşizm yağıyor, büyük bir demokrasi şemsiyesi altında toplanmak gerekiyor” demişti. Sanırım tam anlamıyla da bu oluyor. Farklı siyasi görüşlerde insanlar yan yana, omuz omuza bu eylemin içinde.  Daha dün Fenerbahçe Galatasaray maçında karşı karşıya gelen, hatta bir de cinayete taraf olan gruplar İstiklal caddesinde yan yana yürüyor. Çarşı olmadan olur mu? Çarşı da bu eylemde Fenerbahçeliler ve Galatasaraylılarla birlikte. Evlerinde insanlar eylemcilere ışıklarını yakıp söndürerek, tencere tava çalarak, alkışlayarak destek veriyor. Ülke çapında 1000 polisin istifa ettiği söyleniyor. Edirne polisi eylemcilere müdahale etmeyeceğini söylemiş.  Halk hep birlikte Faşizme isyan ediyor.

Polis demişken biraz da gün boyu yaşadıklarımdan bahsetmeliyim.  Sadece toplanıp, hiçbir taşkınlık yapmayan insanların üzerine bir anda gaz bombaları ve tazyikli sularla saldırdılar.  Bu arada suların içinde de biber gazı ya da başka bir yakıcı kimyasal var. İlk anda gözüme gelen su zerreciklerinden etkilendim. Sonra da tam sırtıma düşen gaz bombasının dumanından. Hep birlikte kaçışıyoruz ama Taksimin etrafı sac panellerle kapatıldığından sıkışıp kaldık. Ama su ve gaz bombaları üzerimize yağmaya devam etti.  Nefes aldıkça genzim ve burnum yanıyordu. Bir an nefessizlikten öleceğimi bile düşündüm.  Son anda sacların altından Talimhane tarafına kaçtık.  Bir apartmandan gelin diye içeri aldılar ve süt ve Talcidli suyla yüzümüzü yıkayıp kendimize geldik. Sonra tekrar İstiklale çıktım. Polis Gaz Bombasını zevk alırcasına atmaya devam ediyordu.  Öyle ki kimi zaman “yüzüne yüzüne” diye bağırabiliyordu. Bu nasıl bir öfkedir, nasıl bir kindir, nasıl bir beyin yıkamadır anlayamadım. Aklıma canlı bombalar geldi. Bu insanların nasıl beyni yıkanıyor ki, üzerine bombaları yüklenip, patlatabiliyorsa, bu da öyle açıklanabilirdir. Başka bir açıklama bulamadım. Hatta bazı polis şefleri “durun” demese insafsızca o keyfi yaşamaya devam edeceklerdi.  Bunu insani kriterler içinde izah edebilmek pek mümkün değil. 

Görsel

Hatta unutamayacağım bir olay da şöyle gelişti. “Sıraselviler de toplanan gruba müdahale ediyordu polis. Ortalık duruldu döndüm geliyordum arkamdan “ yapma yapam” diye bir ses duydum ve döndüğümde bir polisin 2 kız ve bir erkekten oluşan arkadaşların üzerine 1,5 metreden direk gaz bombasını ateşlediğini gördüm. O kadar ani oldu ki, makinamı kaldırıp çekemedim bile ve o anda zaten kendimi kaybettim ve “ sen ne yapıyorsun” diye polisin üzerine yürüdüm. “Sana ne lan, sen önce tipine bak” yanıtı geldi. “ Sana göre tipsiz olabilirim ama en azından insanım” yanıtını verdim ve o anda halk sonra da şefi müdahale edince ciddi bir olay olmadan bitti. Düşüne biliyor musunuz 1,5 metreden direk üstlerine ateş etti ve Allahtan hayvan herif isabet ettiremedi.  Bu nasıl bir ruh halidir anlamak mümkün değil. Ve anlamadığım başka bir şey de o polislerle benim kimliğimde aynı ibare var; TC. Ben kendi adıma bunu kabullenemiyorum.  10 saat boyunca Taksim de bire bir eylemlerin içinde oldum. Birçok kez ciddi bir şekilde gaza maruz kaldım.

Görsel

Sadece saat 21.00 gibi İstiklaldeki arbededen gözlerimi açamaz bir halde dönerken meydandaki bir polis  “ su ister misin” diyerek pet şişeyi uzattı.  Teşekkür ettim ve “ sabahtan beri birçok kez bunu yaşadığımı ve ilk kez bir polisi böyle bir şey yapıyor” dedim.   Üstüne az önce yazdığım olayı anlattım.  “Kötü bir çocukluk geçirmiştir, ya da çocukluğunda tacize uğramıştır abi ne diyim” dedi. “Şu anda burada olmaktan utanıyorum ama maalesef ki bu mesleğin içindeyim “ dedi.  Yani içlerinde o beyin yıkma hareketine karşı duran polislerin de olduğu kesin ve onların da hakkını teslim etmek lazım. Ama sanırım sayıları oldukça az.

Şahit olduğum başka bir acı olayda şu oldu. Yine çok yakın mesafeden genç bir arkadaşa sıkılan fişek tam sağ omzuna isabet etti. İlk müdahalesini ben yaptım. Hem bir yandan acıdan inliyor, hem de birlikte gazdan gözlerimiz yanıyordu.

Görsel

Bu arada ilerden de polise atılan taşlar bize de geliyordu ve Kalkanlı polislerden yaralıyı korumalarını rica ettim ama kıllarını bile kıpırdatmadılar. Sonunda gelen ambülansı hastanın önüne çekerek müdahale yapılmasını sağladık. Genç arkadaşın omzunda ciddi bir yanık ve kanama vardı. Muhtemelen de omzu kırılmıştı.  Yine olayların durulduğu bir anda tam meydan da polis meydan da duran insanlara ki, münferit ikişerli üçerli insanlar ve muhtemelen çoğu da metrodan çıkan ve nereye gideceğini bilemeyen inşalara dağılmalarını anons etti. Ancak durum şöyle. Metrodan meydan çıktığınız da gidilebilecek bütün yollar polis tarafından tutulmuş, her sokağın ilerisinde gruplar toplanmış ve polis grupların üzerine gaz bombası atıyor. Yani insanların gidebileceği hiç bir yer yok.  Sonunda insanlar Etap Marmara’nın önünde istif olarak toplandılar ve o anda polis insanların üzerine gaz bombası yağdırmaya başladı. İnsanlar otelin içine girerek kurtulmaya çalışıyorlardı.  Ve bir kişinin çok kötü olduğu sesleri yükseldi. Kimleri polisin üzerine yürüyor, bağırıyor kimileri doktor, doktor diye haykırıyordu. 16 yaşlarında bir kız çocuğu, otele taşımışlar. Ben de içeri girdim. İçerde otel müşterisinden çok gaza maruz kalan insanlar var ve herkes birbirine yardım ediyor. Otel personeli de ciddi bir yardım gayreti içinde. Kızcağız öyle bir etkilenmiş ki, bir travma halindeydi ve konuşamıyordu.

Görsel

Ambülans geldi ama hep birlikte bir tekerlekli sandalyeye koyup arka kapıdan ambülansa bindirdik. Kaçabilecek hiçbir yeri olmayan, hatta çoğu da sadece o anda orada bulunan insanların üzerine gaz bombası yağdıran kişilere “insan” denilebilir mi bilmiyorum. Umarım önemli bir şey olmaz ve hayatının baharına kaldığı yerden devam edebilir. Ama bu anı unutabileceğini hiç sanmıyorum.

Olayların ilk başladığı ana da dikkat çekmek lazım.  Gezi Parkında uyuyan insanlara sabah 05 e doğru pusu kuruluyor. Evet özellikle pusu dedim. Şöyle düşünün, polis olay mahalini dağıtmak için harekete geçer. Gezi Parkının 3 çıkışı var. Ve polis bu 3 çıkıştan saldırıya geçerek insanların kaçmasına bile fırsat vermeden onları gezi parkının içinde gaz ve kimyasallı sularla sıkıştırdılar.  Bu pusu değildir de nedir, ve nasıl bir caniliktir….Oysa polisin eylemcilerin dağılması için en az bir noktayı açık bırakması gerekir.

Gün boyunca polisin düşmana  saldırır gibi saldırmasına eylemciler, barikatlar kurarak, taşla sopayla ve yürekleriyle karşılık vermeye devam ettiler.  Ağır gaz bombasına, tazyikli ve kimyasallı sulara rağmen tekrar tekrar toplanıp karşı durdular.  Polisle iletişime geçmeye de çalıştılar, orada değil burada bizimle olmalısınız dediler, gaz bombası atmayın dediler ama dinletemediler. Gerekçe olarak atılan taşları gösterdiler. Oysa hiçbir şey yapmayan insanların üzerine gazla, suyla gidip insanları savunma durumunda bıraktıklarını hiç düşünmediler. 

Görsel

Böyle birkaç olaya da şahit oldum. İnsanların girişimi ve birkaç insaflı polis şefinin gayretiyle tam ortalık durulacak gibi olurken, birden sıkılan gaz bombaları ile çatışma tekrar başlıyordu. Şeflerinin insanlarla konuşmasını fırsat bilen kimi polisler barış anını tüfekleriyle yok ettiler. Böyle onlarca çaba gözü dönmüş polisler tarafından yok edildi. Anlayamadığım bu polis kimin polisiydi ve kime karşı sıkıyorlardı o gazı ve kimyasallı suyu. Suyun kimyasallı olduğunu nereden çıkardın demeyin. Birkaç kez ben de nasibimi aldım. Sırılsıklam ıslandım ve tüm vücudum cayır cayır yandı. Hele gözünüze geldi mi, gazdan daha beter bir etki gösteriyordu.

Saat 11 gibi eve geldim. İlk işim televizyonu açmak oldu ki, hayatımdan çıkardığım bir aletti o.  Halk Tv dışında her kanal günlük aptal yayın akışını sürdürüyordu. Sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi gözlerini kulaklarını olanlara tıkamışlardı ama dışarıda halkın sesi gittikçe yükseliyordu.  Ve yükselmeye de devam edecek gibi görünüyor. Ordu ve Mersinde sokağa dökülmüş. Ankara meclise yürüyor, ODTÜ ler yurtlarından çıkmaya başlamış. Kadıköy Bağdat caddesine akıyor, Üsküdarlılar meydan da toplanıyor, Beşiktaş da halk zaten sokak da.

Bu gün aslında  başbakan bu emiri vererek Türk halkının uyanmasına neden oldu. Belki de 10 yıldır yaptığı en iyi icraattı budur diyebilirim. Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkesi, Fenerlisi, Galatsaraylısı, Beşiktaşlısını, Karşıyaklısı, Göztepelisini,   Chp lisi, Mhp lisini bir araya getirdi.

Görsel

Sanırım insanlar sağanak yağan faşizme karşı büyük bir demokrasi şemsiyesi altında toplanıyor.

Görsel

 

 

 

4+4+4 > 8 ???

Başlık da kullandığım denkleme bakıp beni bir matematik adamı filan sanmayın sakın. Hayatım boyunca rakamlarla ve sayısal işlemlerle pek aram olmadı.  Matematik bana uzaktı ama yukardaki denklemi yazabilecek  ve sonucunu yorumlayabilecek kadar bilgim var.  İmdiiiii,    4+4+4’ü topladığımızda 8’ den büyük bir sonuç verir, bu yanıyla doğru.  Her şeye içerikten  uzak bakan bir toplum olduğumuzdan bize dayatılan bu denkleme sayısal saçmalığından öte, bir de  içeriksel olarak bakmaya ne dersiniz.

4+4+4>12   denkleme  baktığımızda sayısal olarak bir yanlış görünmüyor. Ammaa velakin  içerik olarak baktığımızda, küçük ve çağdışı bir zihniyettin ürünü olduğu da görünenin ardındaki asıl gerçektir. Bu zihniyetin sonucunda, ki bence çok uzun sürmeyecek, arap baharını yaşayan ülkelerden herhangi birinin  durumunda olacağımızı tahmin etmek  pek de falcılıkla ilgili  olmasa gerek.

Şöyle izah ediyim; cumhuriyetin kazanımlarıyla oluşturulan, zamanla darbeler yiyerek özünden uzaklaşsa da,  laiklikliği korumaya yönelik milli eğitimimize rağmen, yaşadığımız yobazlıkların boyutunu bir düşünün. Aklınıza bir şey gelmedi mi. Peki Sivas desem… Kahramanmaraş’ı eklesem.  Bir de Çorum desem…  sanırım yeterli olmuştur. 4+4+4 ün  ilk 4 den sonra isterse ara verebileceği, ya da dışardan devam edebileceği, 10 yaşında tercihini(!) yapıp mesleğini seçebileceği, zaten bu kararları 10 yaşındaki çocuk veremeyeceği için ailesinin vereceği  bir  4+4+4 tedrisatından geçen  nesilin  yobazlık boyutunun nasıl  olabileceğini düşünüyoruz ki… 4+4+4 den önce Sivasta insanları diri diri ve tempo tutarak yakan ve bunu müslümanlık !? adına yaptığını söyleyenlerin   4+4+4  sürecinden sonra yapabileceklerinin, şu anda tartıştığımız  mahalle baskısıyla  sınırlı kalabileceğinden emin misiniz…. Ben değilim.

Değilim, çünkü Ankara da anayasal haklarını kullanarak seslerini duyurmak  isteyen  öğretmenlerin yediği dayağı görünce,  başka bir şekilde düşünmek pek de mümkün olmuyor…

Aslına bakarsanız bu öğretmen ve dayak hikayesi bir yanıyla da yaşanan olayın hem komik hem de dramatik yanını oluşturuyor. Bu çağ dışı yasa meclisten geçmesin diye sesini yükselten ve eyleme geçenler kim; öğretmenler. Yani yasa geçerse, bu yasayla dayatılan eğitimi çocuklara verecek olan kişiler. Oluşturulan korku imparatorluğu ile  ” etliye sütlüye karışma “, ” salla başı al maaşı ”  zihniyetinin hakim kılındığı ortamda, onlara pek de giren çıkan yok aslında.   Sallayacaklar başlarını , alacaklar maaşlarını. Aldıkları maaşları da düşürsek, zaten etliyle ve sütlüyle pek ilişkileri  yok. Kıt kanaat geçinmeye çalışıyorlar.  Ama yine de Türkiyenin 4 bir yanından Ankaraya gelip 4+4+4′ e  karşı koymak adına  kimyasal gazlara maruz kalan, tazzikli sularla, coplarla dövülen onlar. Bu tedrisattan geçecek olanlar kim, çocuklarımız. Pekiii çocuklarımızın anne ve babaları ve dahi  abileri ve ablaları öğretmenler dayak yerken ne yapıyorlardı.  Olanı biteni sadece  seyrediyorlardı.   Bu ülkenin kendini çağdaş, demokrat ve aydın diye tanımlayan cümle ahalisi ne yaptı. Onlar da  annelere, babalara ve dahi abilere ve ablalara eşlik edip, sessizler korosunun edilgen koristlerini oluşturdular. Televizyonda  gördüm. Öğretmenler gazlanıp, coplanıp, sulanırken onlar; sadece seyrediyorlardı.

Bir ülkede sessizler korosu büyüdükçe,  meydana çıkmak isteyen azınlık da haliyle yer sopayı oturur aşağı. Sonra azınlık da kalmaz. Azınlık çoğunluğa dahil olup, sürüye karışır. Sürünün tek hakimi vardır. Zamanında sessizler korosunun koristlerini oluşturup susanlar, çobanın kavalının bastığı delikten çıkan her nameye, meeeeeeleyerek onay verir. Sürümüz şimdiden mübarek olsun.

Ben yazıyı yazarken Pink Floyd’ dan http://www.youtube.com/watch?v=7iITFrcNLcA  bu parçay dinledim. Size de tavsiye ederim. Ama tabi isterseniz başka bir alternatif daha var, tercih sizin.   http://www.youtube.com/watch?v=fpIni61fm7c&feature=related

Kendiniz için bir şey yapın…

Son günlerde canınız çok sıkkın. ..

Streslendiniz, ama durulamıyorsunuz.

İçinizden hiç bir şey yapmak gelmiyor . Lakin bir şey yapmadan da bu durumdan çıkmak mümkün değil, bunu da bal gibi biliyorsunuz.  “Değneğin her iki ucu…” deyimi  halet-i ruhiyenizi en iyi şekilde tanımlıyor.  Böyle durumlarda değneğin uçlarına odaklandığımızdan, gittikçe kesifleşen kokunun nedenelerini de hep uçlarda ararız. Oysa çözüm çoğunlukla çok daha basit bir yerdedir. Ama uçlara odaklanmaktan bunu göremez, göremediğimizden karamsarlığımız daha da artar ve bekleriz. Evet bir mucize bekleriz. Bu beklenti gerçekleşirse, ne ala… Yok ama gerçekleşmezse  bir süre sonra  boğazımıza kadar …. batarız.

Böyle bir durumda ben bu halt-i ruhiyeden çıkmak için kendimi doğaya atardım. Dünyanın en iyi terapisti olduğuna inandığım doğanın terapisi ile batmaktan kurtarırdım kendimi. Ama şimdi, kimi anlamsız işler yüzden ha bu gün ha yarın olacak diye her geçen gün artan bir stresle bu lenet olası şehirde tıkılıp kalmıştım. Kısaca işim bir mucizeye kalmıştı.

İşte tam da bu sırada Meriçin Facebook da paylaştığı bir video benim mucizem oldu. Mucize diyince öyle büyük bir şey düşünmeyin, dedim ya çözümler çoğu zaman düşünemeyeceğimiz kadar basit olur. Benim mucizem de böylesi çok basit bir şeyle oldu. Bahsettiğim video, üzeri ceviz parçaları ve hindistan  ceviziyle kaplı çikolatalı topların yapımını gösteren bir videoydu… Çikolata mutluluk verirmiş ya, görüntü bile  algıyı tetiklemiş olmalı ki, malzemeleri almak için kendimi markette buldum. Görüntüler ve anlatım o kadar basit görünüyordu ki, yapmak da çok kolay olacaktı. Marketten gelince Meriçi aradım, dakka bir gol bir oldu, krema yerine süt almıştım. Meriçten bir kaç küçük tüyoda alıp tekrar marketin yolunu tuttum. Şimdi her şey tamam ve mutfaktaydım. Tabi ki nasıl yaptığımın tarifini sizlerle paylaşacağım. Yoksa fotoğrafını gördüğünüzde sizin de ilginizi çekebilir ve tarifi vermediğim için  bana kızabilirsiniz. Kimbilir gördüğünüz bu fotoğraf ve tarif sizin de mucizeniz olabilir…

Efenim işe 200ml kremayı tencereye koyarak başlıyoruz. Üzerine de 2 adet 80 gr lık bitter çikolatayı parçalayıp koyuyorsunuz. Çikolatalar eriyene kadar karıştırıyorsunuz. Sonra bir yemek kaşığı kadar tereyağ ekleyip  onu da karıştırarak eritiyorsunuz.  Sonra da karışımı soğumaya bırakıyorsunuz. Ama siz beklemiyorsunuz. 2 paket petiboure bisküyü elinizle (rondom olmadığı için) küçük parçalara bölüyorsunuz,  ayrıca aldığınız ceviziçilerini  de bir şekil de ( dedim ya rondom yok, ben poşete koyup kavanoz arkası ile ezdim) olabildiğince küçük parçacıklar haline getiriyorsunuz. Çikolata sosunuz oda sıcaklığına geldiğinde  parçaladığınız biskivü ile karıştırıyorsunuz. İyice karıştırdıktan sonra 2 saat kadar buzdolabında bekletiyorsunuz. 2 saat sonra da dolaptan alıp bir şekilde yuvarlıyorsunuz. Sonra da hindistan cevizi ve ceviz tozuna batırıyorsunuz. Sonuç mu… Aşağıda gördüğünüz gibi.

Bu gördüğünüz görüntünün canlı olduğunu, dokunabildiğinizi ve hatta tadabildiğinizi düşünün. Tadının da enfes olduğunu. Sanırım yazının bu kısmı görüntüyle birlikte biraz tahrik unsuru oluşturdu ama bunun için yapacak bir şey yok, sadece hepinizden özür dilerim. Kendim yaptığım için söylemiyorum ama tadı gerçekten  inanılmaz güzel oldu. Hal böyle  olunca benim de keyfime diyecek kalmadı.

Artık değneğin bir ucunda hindistancevizli, diğer ucunda ceviz parçacıklı çikolatalı toplar vardı.  Çikolatanın kokusu bile çekicidir. Ayrıca  bilirsiniz ki  çikolata serotonin ve endorphin salgılanmasını arttırarak  mutluluk verir. Fakat insanın kendisi için bir şeyler yapmasının verdiği hazzı değil bu salgılarla,  hiç bir şeyle karşılaştırmanın mümkün olacağını düşünüyorum. Uzun zamandır mutfakta kendim için böyle bri şey yapmamıştım. Oysa neredeyse 2-3 günde bir mutfakta bir şekilde yemek yapıyordum ama hep bildik ve alışageldik şeylerdi. Yani programlanmış bir robot gibi sadece karın doyurmak amaçlı bir işlem yapıyordum.   Yıllar sonra yaptığım bu nefis tatlıyla kendi mucizemi yaratmış oldum.  Şimdi  kendim için bir şeyler yapmanın verdiği mutlulukla beraber adını ÇikoTop koyduğum çikolatalı topların tadını çıkarıyordum.

O günden beri mutfakta kendim için yeni ve farklı şeyler yapmaya başladım. Bu benim yeni küçük mutluluğum oldu. Neler mi yaptım…

Bakın bu Sıkıcık Çorbası. İnce bulgur ve tarhana karışımından köfte hazırlayıp, sarımsaklı yoğurtla servis ediyorsunuz.

Bu gördüğünüz Patlıcan ve Domates soslu Fusuli Makarna.

Bu da tamamen benim icadım olan bir tavuk yemeği. Krema, köri ve sebze soslu tavuk.

Eğer bu gördükleriniz ve okuduklarınız siz de salt bir acıkma hissinden başka bir şeyler uyandırdıysa,  bence hiç mazeret üretmeden doğruca mutfağa girin ve  kendiniz için bir şey yapın

Korkaklar asla kazanamaz…

Bu yazı futbol dünyamızın iki bildik isminin yaşadıklarından yola çıkarak,  başarı ve kariyerin oluşumu  ve sürdürlebilmesi  üzerine bir gözlem yazısı niteliğindedir.  Ve Aykut Kocamana ithafen yazılmıştır.

Hepimiz yaşamın  kim anlarında  kimi şansları yaklarız, yakalarız  ama önemli olan şansı yakalamaktan çok, onu değerlendirebilme yetisidir .  Fatih Terim 1996 yılında Galatasarayın başına geldiğinde henüz başarıya aç, kariyer yapmamış bir teknik adamdı.  Yakladığı şansı öylsine güzel değerlendirdi ki,  2000 yılında başında olduğu Galatasaray Futbol takımı UEFA Kupasını kazanan ilk  (belki de son) Türk takım olarak tarihe adını yazdırdı. Hemen ardından Süper Kupayı müzesine götürdü. Fatih Terim bu başarılarının ardından ödülünü Fieorentinaya giderek aldı. Yurtdışına tek tük de olsa futbolcularımız gitmişti ama bildiğim kadarıyla yurt dışına giden  ilk  antrenörümüz de Fatih Terim oldu. Fiorentina, İtalya liginin orta sınıf ekiplerinden biriydi ve Fatih Terim  Galatasaraya oynattığı tarzını burada da başarılı bir şekilde sürdürünce, dünya takımı Milanın başına  geçti. Ve bu yazının ana konusunu oluşturacak  “durum”  tam da Milana geçmesiyle başladı.

Terim, Milana gelene kadar kariyer yapması gereken, başarıya aç bir teknik adamdı. Bu açlığı , hırsıyla… hırsı cesaretiyle ve futbol zekasıyla birleşince başarılar da ardı ardına geldi. Artık dünya futbolunda adı konuşulan bir teknik adam oldu. Kariyeri, fiyatı ve yaşam standartları da buna paralel olarak artmıştı. Artık o başarıya aç, hırslı , cesur ve risk alabilen adam gitmiş, yerini, varolanı korumak isteyen , riske girmeyen statükocu  bir adama bırakmıştı. Bu yeni Fatih Terim önce Milandan kovuldu. Sonrasında da ne Türk milli takımda ne de tekrar  geldiği Galatasaray da başarılı olabildi. Uzun bir süre de takım çalıştıramadı. Ve Fatih Terim  2011 – 2012 sezonun başında tekrar Galatasaraya geldi. Çünkü Galatasarayın üst üste gelen başarız dönemlerden sonra , bozulan  idari ve mali yapısı ile gidebileceği başka bir alternatif de yoktu.  Terim açısından baktığımızda da önceki başarılarının tesadüf olmadığını kanıtlamak adına  iyi bir fırsattı. Bu durum her iki taraf adına da  iyi bir buluşmaydı. Çünkü her iki tarafında yeni başarılara ihtiyacı vardı. Statükocu Fatih Terim,  yerini eski Fatih Terime bırakmış olarak çıktı karşımıza. Aşı tutmuştu.  Ligin bitmesine 3 hafta kala, en yakın rakibine 9 puan fark atmış Bir Galatasaray vardı karşımızda. Puan farkından daha da önemlisi, sahada sergiledikleri futboldu. Koşan, basan, mücadele eden ve sürekli bastıran bir takım olmuşlardı. İmparator tekrar tahtına çıkmıştı…

İkinci isim Türk futbolunun en efendi ve kişlikli gol kralı Aykut Kocaman. Fatih Terim örneği,   Aykut Kocamanı daha iyi analiz edebilmek adına  bence oldukça önemli.  Aykut, 2010 da Fenerbahçeye gelene kadar ligin hep zayıf takımlarını çalıştırmıştı. Küçük bütçeli ve sınırlı kadrolara sahip bu takımlara oldukça iyi futbol oynatan bir teknik adam olarak tanındı. Ben dahil neredeyse tüm Fenerbahçe camiası onu  takımın başında görmek istiyor ve başarılı olacağından da asla kuşku duymuyordu.   İyi bir Fenerbahçeli olması,  küçük  takımlara oynattığı başarılı, kazanma arzusuna dayalı  futbol anlayışı yeterli donelerdi.  Ayrıca çok önemli bir done de   Aykut Kocaman  futbol pazarında henüz sıradan, kendisini kanıtlamak zorunda olan, kısaca  başarıya aç bir teknik adamdı…

İlk önce Sportif direktörlüğü kabul ederek geldi Fenerbahçeye. Teknik adam Daumdu. Yönetimin aldığı bu karara kahretmiştik. Ama karar verilmişti. Çok geçmeden  bu ikili arasında ciddi bir sorunlar yaşanmaya başlamıştı bile. Aykutun, Daumun ayağını kaydırdığı söylentileri medyada her geçen gün daha yüksek sesle telafuz edilmeye başladı. Ama o, bunun doğru olmadığını, görevinin soprtif direktörlük olduğunun altını ısrarlı şekilde çizen açıklamalarda bulunuyordu. Sezon sonunda Daum şampiyonluğu kıl payı kaçırınca  gönderilecek ve yerine Aykut Kocaman gelecekti. Bir Fenerbahçeli olarak Aykutun takımın başına geçmesi hep istediğim bir şeydi. Aykut benim için kişiliği ve teknik adamlığıyla Türk Futbol tarihinde önemli ve farklı bir kimlikti. Ama Daumun yerine geçiş şeklini hiç tasvip etmesem de, Fenerbaheçeye oynatacığı futbolu düşündükçe bu olayı gözardı etme yanlışına ben de alet oluyordum. Ve Aykut takımın başında sahaya çıktı. İlk önce Avrupa kupaları…  Veeeeeeeeeeee,  kocaman bir sukut-u hayal. Sahada Barselona gibi bir takım beklentisi içinde olan biz taraftarlar için sahada futbol adına hüsranı oynayan  bir takım vardı. Avrupadan lige dönüş çok çabuk oldu. Sahada futbol fakiri olan Fenerbahçe, ligde bir şekilde kazanıyor ve sonuç odaklı medya ve yönetim Aykutu pohpohlamaya devam ediyordu. Lig sonunda Fenerbahçe şampion  oldu. Oldu ama dedim ya sahada ne bir teknik adam yaratıcılığı ne de futbol adına umut veren bir görüntü vardı. Bunu ne zaman dile getirsem, sonuç odaklı Fenerli arkadaşlarımdan bile eleştri alıyordum. Bu arada nedenini bilmiyordum ama Aykuta olan inancım  bir şekilde hala devam ediyordu. İkinci sezon başladı. Başladı ama bu sefr de şike denen, birilerinin tezgaladığı bir oyunda Fenerbahçe tü kaka ilan edilmiş ve takım her anlamıyla demoralize olmuştu. Ama 7 den 70e taraftarı takımına öyle bir sahip çıktı ki, ne teknik kadronun, ne de futbolcuların  mazeret üretebilme şansları kalmıştı. Aksine  taraftarın ve yönetimin bu onurlu durşu karşısında motive olup ligi hallaç pamuğu gibi atması gerekiyordu. Hallaç pamuğunu geçtik, saha da dik durabilseler yetecekti ama takım sahada Viktor Hugoyu kıskandıracak  şekilde yeni bir sefiller romanı yazıyorlardı. Saha kenarında da bu kötü oyun taraftarla beraber izleyen bir Aykut Kocaman vardı. Bu futbol farkiri  takım formanın gücünden olsa gerek yine ligde iyi bir yerdeydi. Ligin küme düşecek takımları bile sahada Fenerbahçeyi neredeyse eziyordu . Ama takım kazanmaya devam ediyordu. Eskiden  Fenere karşı korkan , kapanan takımlar sıradan bir takımla mücadele ediyormuş gibi sahada  üstünlük kuruyordu futbol adına. Ve sayın Kocaman kenarda bu acz içindeki Fenerbahçeyi sadece izliyor, hiç bir farklı ve çözüm koyamıyordu. Fenerbahçe takımı Aykut Kocamanın  liderliğinde  teslimiyetçi ve aciz futbolu kanıksamıştı sanki. Oysa saha dışında oynan oyunlara karşı, tutuklanmamış  yöneticileriyle Fenerbahçe taraftarı onurlu ve inançlı  bir şekilde mücadelesine devam ediyordu. Saha dışındakşi fenerbahçe ile saha içindeki Fenerbahçe duruşu taban tabana zıtlık gösteriyordu. Sahadaki futbol takımı  küçük takımların bile iştahını kabartır bir hale gelmişti.  Ve son Galatasaray derbisiyle bu aciziyet durumu tavan yaptı. Aykut Kocamanın sahaya sürdüğü kadro, sahadaki teknik ve taktik zafiyet, çözüm adına  yaptığı inanılmaz yanlışların bir tek açıklaması olabilirdi, o da; konumunu kormak adına, sadece puan odaklı bir anlayışla koca bir camiayı futbol sahasında küçük düşürmek. Kişiliksiz, yaratıcılıktan, üreticilikten uzak bu korkak futbolun başka bir adı olamazdı. Sanırım Aykut Kocamanın , kocaman ideali sadece Fenerbahçenin başına gelebilmekmiş. Fatih Terim gibi Türkiyenin dışına taşabilecek kocaman bir ideali yokmuş.

Geçmişindeki güzellikler adına, taraftarın gönlünde kurduğu sevgi adına ve bu seneki şike durumu nedeniyle bu sezonda Aykut Kocamana kimse bir şey söylemeyecek. Muhteşem taraftar malesefki ona sahip çıkacak. Çünkü lig ikinciliği bu şartlar altında bir başarı olarak görülecek/ gösterilecek. “İlk geldiği sene şampiyon yaptı, ikinci sene şikeye rağmen ikinci yaptı” bu bir başarı denecek. Özellikle son Galatasaray maçında ortaya çıkan futbol fakiri , aciz, kişiliksiz, ruhsuz takımı kimse hatırlamayacak. “Alex ne muhteşem paslar attı, Sohw ne muhteşem  goller attı, Stoch çatala ne güzel çaktı” larla avunup, bütün bunların bir takım oyun olmadan geldiğini görmeyecek. Malesef göremeyecek. Ama benim Aykut Kocamana  söyleyeceğim bir tek şey var; korkaklar asla kazanamaz. İstanbul Sporun , Ankarasporun başındaki Aykut Kocaman olacaksan bu takımın başında kal. Ama teknik bilgi ve birikimin böylesi büyük bir takımı çalıştıracak kapasitede değilse,  ya da korkmaya devam edeceksen, bu takımı o eski bildiğimiz futbolcu Aykut onuru ve kişiliği ile bırak. Koca camianın,  koacaman takımını futbol sahalarında küçültme. Hayatımın hiç bir döneminde bu kadar kişiliksiz top oynayan , bu kadar korkak, bu kadar  kimliksiz, bu kadar zavallı bir takım görmemiştim. Şampiyon olmayalım Aykut, ama sahada kocaman bir takım olalım. Tarihine , şanına yakışan  kocaman bir takım. Biz artık saha da futbol oynayan, futboluyla taraftarını coşturan bir takım olmak istiyoruz. Kazanamayabiliriz ama asla ezilip küçülmeyelim…

Merhaba…

1 varmış

..   yokmuş…

medyanın tellal, yalakaların berber olduğu bir coğrafyada, kendini seyyah diye tanımlayan bir adem-i fani; gördüklerini, düşündüklerini yazmaya karar vermiş. Yazmak her ne kadar fiil olarak bir eylemse de, düşüncenin eyleme geçmemiş halidir. Ama maazallah  tahrik ve kışkırtıcı bir yanı olmadığını da söylemek pek masum bir tavır sayılmaz.

” Oku…”

Yok canım bu öyle gaipten duyduğum ulvi bir ses değildi.  Bu babamın sesiydi.  Bu yönüyle ulvi bir yanı olabilirdi tabi ama daha çok bir emir kipiydi.  Emir büyük yerden olunca ben de okumaya başladım.  Başladım da…  benim okuma olayı  pek de babamın düşlediği gibi olmadı. Ki  okudukça babamın düşlerinden daha da uzaklaştığımı net bir şekilde itiraf etmem lazım.

Sonuç;

ben yoldan çıktım.

Hangi yoldan;

babama ve babamın temsil ettiği toplumsal  dayatımlara göre biçimlendirilmiş yoldan.

Önce vatanı kurtarmaya kalkıştım.

Burada sıralayamayacağım nedenlerle  olayın beni aştığını görüp, bu işten tegavüten emekli oldum.İnsan genç yaşta emekli olunca ve ruhunda bastıramadığı bir de asilik olunca, haliyle yerinde duramıyor.

Bu sefer de doğayı ve yaşadığımız çevreyi kurtarma ( bu kapsam da beceremesem bile)  en azından tek bir ağacı kurtarma misyonunu üstlendim. Üstlendiğim bu son misyonda başarısız olduğum söylenemez. Kurtardığım bir kaç ağaç olduğu gibi,  ilerde kurtarmak adına diktiğim ağaçlar da oldu.

Bir metropol de yaşadığımdan ve ağaçlar da bana uzak olduğundan,  ağaçları görmeye uzaklara gitmek gerekti. Bu gidiş gelişlerim sırasında gelişen keşif duygusu, doğa da olma duygusu, macera duygusu, adrenalin duygusu vb… beş duyuma birden hitap edince; kendimi  dağlara çıkarken, tepeleri aşarken, kanyonlar geçerken buldum. Sonra da başka insanları taktım peşime. Bir de baktım, biz bir grup insan; o dağ senin, bu tepe benim, o kanyon onun , bu güzel coğrafya bizim dolaşıyoruz.

Bir söz vardır;  yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat  diye. Oysa yediğimiz  de, içtiğimiz de hep bize kalıyordu. Bu bencil tavırım yıllardır sürdü. Ta ki hayatıma giren güzel bir insan beni bu konuda ikna edinceye dek. İkna olmasına olmuştum ama müzmin bir teknoloji  özürlü olarak bunu nasıl yapacaktım. Küçük bir yardım ve ciddi bir emek sonunda  işte bu bloğ ortaya çıktı. Blogda sadece gezgin yanıma dair yazılar olmayacak.  Bir gezginin yaşadığı coğrafya ve kendine dair bakışını anlatan yazılar da yer alacak.

O  halde  ” MERHABA ” diyip başlayalım yazmaya.

Frig Vadisi / Tek Kulaklı Midas 17-18 Eylül 2011

 

Anadolu…

Tarih boyunca pek çok uygarlığa, kavime ev sahipliği yapan, bir çok medeniyetin üzerinde yeşerdiği  muhteşem bir coğrafyadır. Bu kavimlerden biri de  İ.Ö. 1200 ‘lü yıllarda Trakya’dan Anadolu’ya geldikleri var sayılan Friglerdir. Ankara, Kütahya, Eskişehir ve Afyonkarahisar’ın dağlık bölgelerinde yoğun olmak üzere, Uşak ve Denizli ‘ye kadar olan bir alanda yaşamışlar. Frigler Kralları Midas ve mitolojik onun öyküsüyle de oldukça iyi bilinen bir kavimdir.

Mitolojide, tanrılar tanrısı, Zeus’un oğlu müzik ve sanat tanrısı Apollon ile kırların,ormanların ve çobanların küçük tanrısı Pan arasında Frigya’da bir müzik yarışması düzenlenir.

Yarışmanın hakemlerinden biri de Frigya Kralı Midas’dır. Apollon, müziğin otoritesi,profesörü ve en çok bileni olması inancı ve gücüyle altından yapılmış enstürmanı olan lir’ini çalar.Sıra Pan’a gelir. Pan da flütüyle

; kırların, rüzgarın, ormanların kısaca doğanın seslerinden oluşan müziğini yapar… Hakemlerin çoğunluğu tanrı Apollon’u destekler ve oylarını Apollon’a verir. Fakat Midas ,çoğunluğun seçimine uymayıp Pan’ın seslendirdiği müziği beğenir ve seçimini Pan’’dan yana kullanır. Büyük tanrı Apollon ve yandaşları şaşkınlık içindedir. Nasıl olur da, bir ölümlü, bir insan, tanrı Apollon’u seçmezdi?

Demokrasi bilinci olmayan Apollon ve müridi olmuş diğer hakemler ” Sen de çoğunluğa uysana, bizim gibi düşünsene! ” derler.  Midas’ın özgür düşüncesinin “rahatsızlık” olduğunu söylerler. .

Apollon’un taraftarlarının özgür düşünceye tahammülleri yoktur. Çünkü onların ideolojileri güçlü olana kulluktur.Nasıl olsa onların yerine düşünen ve yapan ilahları vardır. İlahların sözleri ve yaptıkları eleştirilemez,dokunulmazdır. Midas’ın oyunu alamayan Apollon çıldırır, kendisi gibi düşünmeyen Midas’ın kulaklarını ceza olarak eşek kulaklarına çevirir. Midas artık, Frigya halkının gözünde küçük düşecektir.

Sonra da müzik yarışmasında Midas’ın seçtiği Pan’ın derisini yüzer ve bir ağaca gerer…Böylece “seçen” ile birlikte “seçilen” de cezalandırılmıştır.

5 senedir Fotoğraf gezileri yapan bir olarak bu seferki rotamız Friglerin ülkesine oldu. Bir hafta sonuna tüm Frig ülkesini sığdırmak zor olduğundan, rotamız Afyon ili sınırları ile sınırlı bir gezi olacaktı. Bu nedenle de yazının başlığı Midasın Tek Kullağı oldu.

Natureist Fotogezileri olarak 17 Ekim 2011 gecesi yola çıkarak Afyon Gazlıgöldeki Aydın Termal otele yerleştik. Gazlıgöl, termal turizminin oldukça gelişmiş olduğu bir bölge. Kaldığımız tesis de sanırım buradaki en güzel tesis. İyi  işletmelerin  reklamını yapmakda fayda vardır diye düşünürüm hep.

Kahvaltının ardından ilk günkü rotamız olan Aizoni, Yeşilyayla, Demirli köyleri üzerinden Emre gölüne ulaştık.  Burada verdiğimiz öğlen yemeği molasından sonra Döğer üzerinden  takrar Gazlı göle otelimize döndük. Bütün bir gece süren yolculuk ve ardından gün boyu süren gezi hepimizi oldukça yormuştu. Termalin şifalı sularında dinlenerek ertesi güne hazırlandık.

İkinci günkü rotamızı dağ köyleri oluşturdu.Bu gün aynı zamanda İstanbula dönüş yapacağımız için rotayı kısa tutamak zorunda kaldık. Yine Aizoni üzerinden direkt Alanyurtun Selimiye köyüne gittik. Buaradan geri dönerek Kıyır ve Kuzviran köylerine uğradık. Frig krallığının kalıntıları arasında yer alan bu köylerin ortak yanı yoksullukları. Ama bir o kadar da paylaşımcı ve güzel insanları.  Pek çok köyde bırakın bakkalı, hemen hemen her köyde rastladığımız  köy kahvesi bile yoktu. 3 soda 1 gazoza bakkal 1TL diyince arkadaşımız tanesi 1 Tl olarak düşünmüş, ama dördünün toplamıydı bakkalın söylediği. Hayatımda ilk kez gördüğüm markalarla doluydu bakkalın rafları. Tüm susmışlığımla içmeye çalışıp içemediğim soğuk gazozu ve fiyatını düşününce  acaba bu insanların yedikleri içtikleri ürünlerin içeriğini ne oluşturuyor diye düşünmekten alamadım kendimi. Ama hayatları bu kadar ucuz olan insanların, insana verdikleri değer paha biçilmezdi. Pek çok evde ağırlandık, hazırlıksız olmalarından üzülenler oldu. Fırınlarda pişirdikleri ekmeklerden, tarlada yetiştirdiği kavun ve karpuza kadar ikram edenler oldu. Onlar tüm yoksulluklarını bizimle paylaşırken çok bonkördüler ve bir o kadar zengin. Kıyır köyünde de  ikram edilen ayranımızı  içtikten sonra bu güzel insanları ardımızda bırakıp, elimizde bu güzel coğrafyanın ve güzel insnlarından karelerle hep bana hep bana diyenlerin ülkesine doğru yolculuğa koyulduk.

FOTOĞRAFLAR

Vicadni ret mi, Cüzdani ret mi yoksa …

 

Hayatımın her döneminde militarizm bana hep uzaktı. Sınırların olmadığı, herkesin eşit yaşadığı bir dünya devleti, hatta devleti de kaldıralım, bir dünya düşlediğim için, savaşlar, silahlar, askerler hep uzak kavramlar olarak kaldı.

Ancak dünyadaki sınırılı kaynakların paylaşımında  “hep bana  hep bana” diyen küresel kapitalist zihniyet, bu amacını gerçekleştirmek için sürekli militarizmi destekledi. Savaşlar kurguladı, uyguladı…

Çünkü dünyadaki en ucuz kaynak insan. Ve sürekli çoğalabiliyor. Bir petrol, bir uranyum, bir su gibi değil. Onlar için daha değerli olan ekonomik kaynaklara ulşamak için yüzlerce, binlerce insanın öldürlmüş olmasının  hiç bir önemi yok. Hatta bu öldürülenlerin ulusal, dinsel ve ırksal kimliği bile farketmiyor. Küresel kapitalistlerin bir tek amacı var; dünyadaki ekonomik değer oluşturan tüm kaynakları ele geçirmek. Hepimiz iyi hatırlarız,  Amerika,  Iraka girmek adına kendi ülkesinde binlerce inasnın canına mal olan İkiz Kuleler saldırısını organize etmedi mi.

Eskiden sınırın olduğun ülkelere karşı ordunu güçlü tutmak gibi bir durum varken, artık bu durum  da değişti. Gözünü para bürümüş açkapitalistler, okyanus ötesinden gelip saldırabiliyor sana. Saldır, son nokta. Saldırıdan önce ciddi bir iç savaş senaryosu hazırlanıyor ve uygulamaya konuyor. Kaddafiiyi diktatör ilan etilerve vurdular.

Diktatörün ilan edilen Kaddafinin ülkesine yaptıklarına bakın.

Ülkede hiç bir şekilde vergi yok.

Eğitim, sağlık, elektrik, su, ısınma parasız.

Üniversiteyi bitiren öğrenciye iş bulana kadar maaş,

Yurt dışında burslu okuyan öğrencilere 1650 dolar aylık ve karşılıksız burs

Evlenen yeni çiftlere ev

vs vs vs

Bunları yapan adam DİKTATÖR!!!  Asıl soru şu; Kaddafiyi diktaör ilan edenlerin hangisinin ülkesinde bunlar yapılabilmiş.

Diktatör tanımını bile değiştirebiliyorlar.Libya liderini diktör yapanlar, gerçek anlamıyla diktatörlük yapan bizimkini de Demokrasi Havarisi ilan ediyorlar.

Ediyorlar, çünkü Büyük Ortadoğu Projesi için bölgedeki müslüman ülkelerin her daim gıptayla baktığı bir ülkenin lideri. Budan daha iyi kullanabilecekleri bir piyon olabilir mi. Şimdi o lider ile, müslüman ve kardeş Arap ülkeleri tek tek vuruluyor. BOP un haritasını  90 lı yıllarda görmüştüm. Suriyenin bir kısmı, Irakın bir kısım, Türkiyenin bir kısmı ve İranın bir kısmını içeren bir KÜRDİSTAN devleti vardı. Irak tamam. Şimdi Suriyenin işi bitirilmek üzere. Eğer Esad bu işten paçayı sıyırırsa, Türkiye Suriye savaşı gündeme getirilecek. Böylece bölgede İrana destek verebilecek tüm yapılar da bitmiş olacak. Sonra sıra bize gelecek. Kürt halkı, insan hakları, demokrasi diyecekler… Sonrasında Demeokarsi havarisi yaptıkları Tayipin ipini çekecekler ve topraklarımızı almak isteyecekler. Süreç buraya doğru gidiyor.

Süreç buraya doğru giderken bizim BOP projesinin eş başkanı olmakla övünen liderimiz napıyor. Ülkede Ordunun işini bitirmekle meşgul. O kendince orduyu cumhuriyetin simgesi olduğu için bitirmeye çalışıyor ama ona destek veren kapitalist güçlerin gerçek amacını göremiyor/ görmek istemiyor ve bu amaca hizmet ediyor.

Bedelli askerlik, vicdani ret filan sadece bu senaryonun bir parçası. Orduyla ilgili asıl hikaye bu. Ordunun gücünün azaltılması. İtibarının yok edilmesi. Geektiğinde Irak da olduğu gibi vatanını satacak işbirlikçi komutanlar oluşturulması vs vs vs.

Büyük Orta Doğu Projesi, Kukla Kürdistan devletinin kurulmasıyla bitecek. Bu topraklar ( google dan Kürdistan yazıp bakabilirsiniz. Belirlenen sınırları itibari ile  petrol ve diğer yeraltı kaynakları bakımından dünyanın en zengin bölgesi)  Kürt halkının dediğinde, Kürt halkı derken bizim Kürt halkından bahstemiyorlar tabi ki, orada kuracakları büyük bir Kukla Kürdistandan bahsediyorlar) Malesef direnebilecek bir ordu olmayacak.

VİCDANİ ve CÜZDANİ retçilerden, gerçek vicadni retçilerin bu duruma vicanları sızlayacaktır ama Vicdani retçi ayağına yatanlarla ya da bunu kullananlarla, CÜZDANİ retçilerin bir taraflarında bir sızı olmayacaktır

Bu gruhtakiler paraya tapanlar cumhuriyetinin üyesi oldukları için, olaya vatan, toprak, insan olarak bakmayacak ve küresel kapitalistlerin yanında saf tutacaklardır.

Yalnız unutmamaları gereken bir şey var:

Bu ülke bir kez daha aynı güçler tarafından işgal edilmişti. O zamanda sizin gibi bi rDamat Ferit,  Bir Vahdettin, İşbirlikçi basın ve onun kalemşöleri Ali Kemaller, Sait Mollalar, Mustafa Sabirler gibi  VİCDANİ ve CÜZDANİ  işbirlikçiler vardı !!!

Ama o halk Türüküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle O kapitalist güçlere ve onun içbirlikçilerine gereken dersi vermeyi bildi.

özgürsün…

 

Git

ya da

kal

tercih senin

ama

gidersen

beni de götür

kalırsan

hep yanımda ol